New York’un meşhur rüzgarı eteklerimi uçuşturur iken, iki katlı sarı dernek binasının önünde görüyorum ilk O’nu. Çekingen duruyor öylece; yüzünde tatlı bir tebessüm, dinliyor sadece. Türkçe biliyor diyor arkadaşım, konuş O’nunla.
-Merhaba.
Dalgın gözlerindeki bulut aralanıyor, incecik dudakları gülümsüyor.
-Merhaba. Hoş geldiniz.
-Nasılsın?
-Şükür Allah’a iyiyim.
-Adın ne.
-Vasilli.
-Kaç yaşındasın?
-85.
-Nerelisin?
-Samsun. Ey gidi Samsun, Trabzon hep gezdim oraları. İki kız kardeşim vardı kayboldu. Biri 2.5, biri 1.5 yaşında. Aradım sordum, yok bulamadım.
Konuşurken duraksıyor bazen, ama kelimeleri tane tane, öyle doğru söylüyor. Gözleri uzaklara dalıyor yine, bulutlu.
-Belki adları değişmiştir.
-Yok, sordum bulamadım. Öldüler galiba…
-Eşin var mı?
-Yok, öldü. 3 sene oldu. O zorluyor beni çok.
Kederi ağırlaşıyor, yüreğinden yüzüne oradan gözlerine çöküyor… en sonunda ağzından bir “eeh…” çıkıyor, özlemle ve yapayalnız geçen yıllarına ağır bir sitem gibi.
-Çocukların?
-3 tane.
-Onlarla mı kalıyorsun?
-Ne (evet).
Gülümsüyoruz birbirimize.
Hüznünü dağıtmak istiyorum.
-En son ne zaman geldin Türkiye’ye?
-Geçen sene geldik çocuklarımla. Sümela’ya gittik. Kapalıydı. Ben çok ağladım ama açmadılar göremedik. “Ne yapalım” der gibi başını eğiyor. Konuşması, hareketleri öyle tanıdık.
-Bu sene gelin, açılıyor.
-Ne. Gelirim belki. Kafama koyunca gidiyorum.
Gülümsüyoruz birbirimize.
Konuşanları dinlerken O, ben de O’nu izliyorum. Asırlık bir Çınar gibi, sükûnet içinde ama birçok şeyi anlatıyor.
-Haydi bir tatlı yiyelim, diyor zaman sonra.
Yürümeye başlıyoruz. Minik adımlarının arasında, ayaklarını hızla sürüyor bize yetişmek için. Yavaşlıyorum. Koluna giriyorum, bir fotoğraf çekiliyoruz. Kol kola devam ediyoruz yolumuza.
Bulunduğumuz yer Yunan mahallesi , etrafta tavernalar, souvlaki restaurantları var. İsimlerin çoğu Yunanca, mahallenin adı da Astoria. Yolun sonunda köşeyi dönüyoruz, mavi tenteli minik bir cafe’den içeri giriyoruz: “Lefkos Pyrgos”. Girişte çeşit çeşit tatlılar karşılıyor bizi, baklava, kadayıf, revani, cheesecake, sütlü tatlılar, profiterol… Gözlerimi alamıyorum, ki bir masa bulup oturuyoruz.
– Ne yersiniz, hadi bakın, diyor Vasilli.
Uzun bir süre kararsız kaldıktan sonra, menüden birşeyler seçiyoruz.
-Sen?
-Beni onlar bilir.
Muzip, gülümsüyor. Yunan müzikleri eşliğinde tatlılarımızı yiyoruz o öğleden sonrası. Nisan güneşi Vasilli’nin yüzüne vuruyor, birşeyler anlatırken. Siyah gözleri zeytin ağacındaki zeytinler gibi, kenarlarında ince ince kökleri var, burnu Karadeniz’in karakteristik büyüklüğünü ve eğriliğini almış, kocaman kulakları burnundan da büyük, saçları yaşına rağmen sağlıklı, kaşları gür, ağzı ormandan aşağı akan incecik bir dere gibi, çenesinde şirin bir çukur… Kravatı, mendili, rozeti, ütülü gömleği, takım elbisesi, boyalı ayakkabıları ile tam bir beyefendi.
Sonra birden New York’tan Selanik‘e uçuveriyoruz. Meydanda bir düğün var, düğünde bir gelincik. Vasilli gençleşiyor birden, koşuyor sarılıveriyor gelinciğe, başlıyorlar dansa. Çevresindekiler de neşe ile çifte eşlik ediyor. Herkes çok mutlu, gün güneşli, gençler umutlu…
Gülümsüyoruz birbirimize.
New York gezi notları için: New York Gezi Notları
1 comment
Çok güzel yazmışsınız. Okurken gözlerim doldu. Selamlar..