Yunanistan… ilk göz ağrım…bavulumu toplayıp, toplayıp gittiğim..dönerken ne bavuluma, ne de yüreğime sığdıramadığım. Özenle büyütüp, sarıp sarmaladığım. Havasına, insanına, dansına, müziğine, yemeğine, denizine ezelden beri aşina olduğum… Yunanistan; Dalaras şarkılarım, uzo naralarım, Rebetiko gecelerim, titreyen buzuki tellerim, deniz kokulum, güneş saçlım… Karpathos… Poseidon ile Aeolus’un, peşlerinde rüzgarlar bırakarak vals edip döndükleri ada… Olympos… Adadaki dağın eteğinde, sevdiğini bekleyen meftun bir bakire…
Bakirenin koynunda, rüzgarların okşayıp, güneşin renklendirdiği O Milos’tan içeri giriyoruz bir öğlen vakti. Gölgelik bir masaya oturuyoruz. Masamızın karşısında, sıcağın altında, taş fırının önünde, yaşlı bir kadın, hazırladığı hamurları tepsiye dizip, içeri sürüyor. Yüzünde öyle keskin, kararlı bir ifade. Sanki dünyaya bu işi yapmak için gelmiş. Sanki bu sessiz, rüzgarlı adada, yaşama dair tek umudu o hamurların kabarıp pişmesi imiş. Yine de gözlerinin, dudaklarının kenarında bulunan kırışıklarda yaşanmış kederler var gibi. Sanki fırının ateşi, yüreği hariç her şeyi ısıtabiliyormuş gibi. Mazide kalan gam yükünü, hiçbir ateş kül edemezmiş gibi. Sonra değirmenin kurulu olduğu ufak, karanlık odadan yaşlı bir adam, ayaklarını sürüyerek geliyor. Ölümle çoktandır tanış olmuş gibi. Bir kaplumbağa hızında, yavaş yavaş, gölge bir sandalyeye doğru ilerliyor. O yerine geçene kadar, karanlık odacıktan, orta yaşın üstünde bir kadın çıkıyor. Yaşlı kadının simasına benzeyen, keskin hatları var. Elinde beyaz, minik bir kağıt ve kalem. “Kalimera” derken, ağzının kenarına belli belirsiz bir tebessüm yerleşiyor. Siparişlerimizi yazıp, başıyla onaylayıp, karanlık odaya gidiyor. Elinde beyaz bir tabak ile çıkarken, henüz yeni oturmuş babasının yanından geçerek, fırının başındaki annesinin yanına geliyor. İki tane ıspanaklı alıp tabağa, tabağı da masamıza koyuyor. Silik tebessümü ile karanlık odaya dönüyor. Yanından geçen tabaktaki kokuyu alan yaşlı adam, bir kedinin ciğere baktığı gibi karısına bakıyor. O hiçbir şey demeden, yaşlı kadın beyaz bir tabağa iki tane ıspanaklı koyuyor. Siyah baş örtüsünün ucu ile, terini silip, fırının yanındaki dolaptan bir kola alıyor. Tabağı ve kolayı kocasının önüne koyuyor. Ömrünün son yemeğini yer gibi, hiç acele etmeden aheste aheste yemeye başlıyor yaşlı adam. Orada oturmuş onları izlerken, damarlarımdaki kanın bile sakinlikle aktığını hissediyorum. Bu dağlık, rüzgarlı adada hayatın basitliği, Orhan Veli’nin İstanbul’unun bana nicedir zerk ettiği yorgunluğu dindiriyor. Oysa, diyorum sonra kendi kendime, Orhan Veli şimdi bu adada yaşasa idi, İstanbul yerine Karpathos’u dinlerdi, gözleri kapalı.
Karpathos'u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda...
Ve bir müzik çalıyor derinden, rüzgarların ellerinden; Poseidon ile Aeolus arkalarında hatıralar döküp saçıyor, döne sarıla tutkulu bir valse başlıyor…