Cam bir kasede böğürtlen reçelini yerleştirdi en son masaya garson. Şeffaf kap içerisinde sevimli sevimli gülümsüyorlardı böğürtlenler. Koyu renkleri, güneşin camdan gelen ışıkları ile aydınlanıyor biraz daha açılıyordu. Yarım asırı aşkın ömründe tutkunu olduğu renklerden biriydi bu. Uzandı, en olgun olan böğürtlene doğru. Birden ayağı ağaç ile arasındaki hendeğe kaydı ve kolu dirseğinden aşağı kesildi. İncecik bir kırmızılık belirdi teninde. Önce biraz sızladı , fakat hemen sonra sevdi bu rengi. Tıpkı tam olmamış böğürtlen gibiydi. Masada duran peçeteyi açtı, kucağına serdi. Çayından bir yudum aldı.
-Ali..! Oğlum sofra hazır,haydi böğürtlenleri al da gel.
Koluna bastırdığı peçete artık yapışmıştı, sepetteki yarım kilo kadar böğürtlene baktı hüzünle. İnce dilimlenmiş ekmeklerden birini alıp, üzerine reçelden sürüverdi. Aynı tadı bulamadı elbet ya, yine de keyiflendi. Dudağına müphem bir tebessüm gelip yerleşti. Gözlerini ilk defa camdan dışarı gezdirdi o neşe ile, Pendik’te sabah henüz sessiz ama canlı idi. Her zaman olduğu gibi kıyıda gökyüzünde dans edip şarkı söyleyen martılar, sahil şeridinin yanlarında baharın pek müzeyyen rengarenk ağaçları, yavrusunu okşayan bir anne gibi huzurla kayalıklara vuran deniz, birkaç yaramaz bulutun arkasından mahmur mahmur gülümseyen sabah güneşi ve bir beşik gibi sallanan narin tekneler… Gözünün nuru teknesine özenle kendi yazmıştı adını: Kofona Ali, ressam yeğeni Bedri’ye çizdirdiği balık resminin hemen yanına. Güneş Burun’da batmak üzere iken, son ışıkları çarptı tekneye, ne kadar kusursuz olduğunu göstermek istermiş gibi.
-Güzel oldu be Kofana Ali Ustam, hayde rastgele!
Kafasıyla selam verdi arkadaşına,yüzünde heyecan, mutluluk, gurur ve aşk…
-Eyvallah gözüm.
Garsonun tazelediği çayına iki küp şekerini attı,70 yıldır yaptığı gibi. Masada ne zeytine ne yumurtaya ne de domates salatalığa dokunmuştu. Bir dilim beyaz peynirden başka, böğürtlen reçeli sabahına tat katan tek şeydi.
-Oğlum bak yumurta kırdım mis gibi yesene biraz. Öyle sadece reçelle olmaz ki a yavrum. Bari biraz peynir de ye çocuğum. Ah İlhan Bey ne yapacağız biz, hiç yemiyor, büyüyemeyecek, çiroz kalacak Ali’m!
Bir yandan vahlanırken bir yandan da elleriyle dizlerine vuruyordu. Öyle üzülüyordu ki minik oğlunun yemek seçmesine, her sofra zamanı böyle yakınır, en sonunda gözünden bir damla yaş dökülüverirdi.
-Üzülme sen Sevinç Hanım. Benim oğlum arslan gibi, kendine bakmasını bilir.
Uzanıp eşinin gözyaşını sildi İlhan Bey. Yanağına bir öpücük kondururken de oğluna muzipce göz kırptı. Babasına kocaman gülümsedi Ali, kalan reçelin dibini de parmağı ile sıyırdı.
-Afiyet olsun efendim.
Boş kaseyi ve diğer kahvaltılıkları toplamaya başladı garson. Bu şirin çay bahçesinin eski müdavimlerindendi. Henüz sahil yolu yok iken, deniz dibine kadar gelirdi bahçenin. Annesi ile öğleden sonra yürüyüşlere çıktıklarında dinlenmeye buraya gelirlerdi. Bahçenin sahibi Sadri Amca,Ali’yi görür görmez:
-Ooo benim kofanam gelmiş,hoşgelmiş!,diyerek ona sarılır, baloncuklu su dediği ve çok sevdiği gazozlardan ikram ederdi hemen. Annesi martıları izleyip çayını yudumlarken, o da baloncuklu suyunu keyifle yudumlardı.
-Anne, babam şimdi orada mı?
Eliyle denizi işaret ederek sordu annesine.
-Evet oğlum. Henüz balıktan dönmedi baban. Belki bu gece de kalırlar denizde.
-O zaman sesinle yatabilir miyim anne?
-Elbette efendim,biz haftasonu da açığız. Bekleriz.
Garsona teşekkür ettikten sonra,son kez denize bir baktı ve kalktı yerinden. Güneş iyicene bulutların arkasına saklanmıştı. Dışarı yeni çıkmıştı ki, bir kaç damla düşüverdi gözlüğünün camına. İncecik yağmur damlaları telaşla bir yere yetişmek istermiş gibi koşuyorlardı. Dakikalar içinde sırılsıklam olmuştu. İri bir ıhlamur ağacının altına sığındı. Arnavut kaldırımlı uzayıp giden yola baktı. Çamlı yoldan aşağı doğru koşuyordu, yağmur çizmeleri çamur lekelerinden rengini kaybetmişti. Annesinin tüm tembihlerine rağmen üzerine yağmurluğunu almamıştı. Ama çok sevdiği çizmelerini hava sıcak da olsa giymişti. Oysa ki annesi meteoroloji uzmanı gibiydi, hava bugün yağmurlu dediyse illa ki yağardı. Çamura bata çıka evin kapısına kadar geldi. Zeytin ağacının dibindeki ıslak otlarda çizmelerini temizlemeye başladı. Mavi tişörtü ve şortu ıslanıp cılız bedenine yapışmıştı. Beyaz teni koşmaktan pembeleşmiş, burnu akmış, yüzü hafif kirlenmişti. Oğlunu camdan görür görmez kapıya gelen annesi daha içeriden söylenmeye başlamıştı:
-Ah yavrum o kadar dediydim çıkma dışarı öyle diye. Ah çocuğum anneni dinlemezsin,hasta olursun sonra.Ah Ali’m niçin üzüyorsun anneni evladım!
Islanan kıyefetlerini çıkardı hemen, yağmur çok yormuştu yaşlı bedenini. Biraz uzanıp dinlenmek istedi. Henüz öğlen bile olmamıştı, zaten gökyüzünde bulutlar bir akşam üstü kasvetinde, gün başlamadan yayılıvermişlerdi. Yatağına uzandı. Küçüklüğünden beri uykuyu pek severdi, gün boyu koşar yorulur, sonra da bir güzel uyurdu. Yaşlanınca da uyku ile olan muhabbeti azalmadı. Değişen tek şey; akşamları erkenden yatar, sabahları da erkenden kalkardı.
-Oğlum, kalk haydi. Akşam dedim sana geç yatma diye. Hep o Ahmet yüzünden, gece gece araba oyunu oynanır mı evladım? Bak kalkamıyorsun şimdi de. Ali, oğlum!!!
Yorganı üzerine biraz daha çekti Ali, annesini duymazdan gelerek. Biraz sonra babası girdi içeri.
-Arslan Ali’m kalk, bak yoksa pikniğe gidemeyiz.
Piknik lafını duyunca fırlayıverdi yataktan, ah nasıl da unutmuştu.
-Hemen hazırlanıyorum babacığım!
Bir saate ailecene hazırdılar. Ali elinde topu, kapıda Rasim Amca’nın gelmesini bekliyordu. At arabasının toprak yoldan toz kaldıra kaldıra geldiğini görünce heyecanla bağırıverdi:
-Annee …babaaaa…geldi geldi!
Rasim Amca’nın yanında babası, arkada annesi ile kendisi yola koyuldular. Pendik’in en yüksek tepesine çıktılar. Annesi yiyecekleri hazırlarken, Ali de babası ile böğürtlen toplamaya gitti. Yarısını sepete yarısını mideye derken, sepeti doldurup geri döndüler. Sevinç Hanım yine döktürmüştü. İştahla yemeye koyuldular. Öğle vakti sıcak iyice arttı ama tepede aheste aheste esen rüzgar tenlerine hoş bir serinlik bırakıyordu. Yemeğin ve sıcağın verdiği rahabet ile İlhan Bey ağacın altında uzanıverdi. Sevinç Hanım, biraz yorgun ama mutlu, yemekleri kaldırıyordu. Ali,az ileride topladığı gıcırlarla oynuyordu. Biraz sonra koşarak annesinin yanına geldi.
-Anneciğim biraz dolaşabilir miyim?
Sevinç Hanım birden tereddüt etti. Tam olmaz diyecekti ki; İlhan Bey şapkasının altından seslendi:
-Çok uzaklaşma ama kofanam.
Sevincinden çığlık attı Ali, koştu topunu ve sopasını yanına aldı. Ve hızlı adımlarla uzaklaştı. O giderken annesi arkasından bakıyordu. Bu çiroz ama uzun boylu oğlan hayatı boyunca en değer verdiği şeydi, bunun yanında anneciğini de hep üzer, yaramazlık yapardı. Biraz söylenerek biraz dua ederek yiyecekleri toplamaya devam etti.
Uzun ağaçların arasından dar bir yol bulmuştu, yolun sonundan dere sesi geliyordu. Önce biraz ürktü, ağaçların örttüğü bu minik yoldan geçmeye. Sonra karar verdi ve ilerledi. Ağaçların dibinde dikenli otlar,geçerken ayağını çiziyordu. Beceriksizce aydınlığa çıktığında dereyi gördü hemen. Öteden dağın başından geliyor, burada biraz düzleşip, duruluyordu. İskarpinlerini çıkardı, topunu ve sopasını da yanına bıraktı. Heyecanla derenin yanına koştu. Su tahmin ettiğinden de soğuktu, ayak bileklerini okşayıp giderken serin bir gıdıklanma hissetti. Eğildi elleriyle de dokundu suya. O anda yeşil büyük bir taş gördü, daha önce hiç görmediğini düşündüğü. Gözlerini kocaman açarak tekrar baktı. Biraz ötedeki taşa doğru gitmeye karar vermişken, birden taşın içinden bir kafa ve dört tane uzantı çıktı. Öyle çok korkmuştu ki, bu beklenmedik hareket tüm dikkatini de dağıttı. Birden ayağı kaydı, minik bir çığlık attı. Çırpınmaları kafası taşlardan birine değince son buldu. Birden bedeni önce uyuşmaya sonra ılınmaya başladı. Tatlı bir sıcaklık bedenine doğru yayılıverdi.
Kan ter içindeydi,kalbi sanki küsmüş, artık çalışmayacağım der gibi atmıyordu. Göğsündeki bu hareketsizliğe hiçbir şey yapamıyordu. Hızlı hızlı nefes almaya çalıştıkça, sol tarafında çırpınan bir kuş gibi kalbi sızlıyor, daha da çok canı yanıyordu. Nefes alamayınca gözlerini açtı. Elini sol yanına götürdü, çırpınıp duran kuşu kaçırmamak için iyice bastırdı. Son bir nefes için çabalıyordu, lakin tıkanmıştı sanki bedeninde dönüp duran o çark. Devamı gelmeyecek gibiydi. Tenindeki sıcaklık yavaşça yerini tatlı bir serinliğe bırakıyordu bu sefer.
-Ali oğlum kalk hadi,gidiyoruz. Oğlum uyan. Kofanam,Ali’m.
Babasının sesini duyunca gülümsemek istedi. Ama yüz kasları sancının etkisi ile kasılmış öylece duruyorlardı.
-Kalk oğlum,haydi gidiyoruz.
Elini uzattı bu kez babası. Birden sancı da o yayılan serinlik de gidivermişti sanki. Özgürlük hissetti ve ardından huzur. Hemen uzanıp babasının elini yakaladı. Hiçbir şey konuşmadılar, mesut yüzleri tebessüm etti sadece özlemle ve babasının dediği gibi gittiler öylece, ufka doğru ama bu kez denizde değil, Pendik semalarında…
1 comment
I located your site from Google and I have to state it was
a great discover. Thanks!