“Smile with face, smile with mind, and good energy will come to you and clean away dirty energy.”
― Eat, Pray, Love
Julia Roberts’ın o muhteşem gülümsemesi karşılıyor bizi, sokağın sonundaki, tabelasında L’Antica Pizzeria Da Michele yazan minicik dükkandan içeri girince. Birbirine yakın mermer masaların etrafına 2’şer 4’er demir sandalyeler yerleştirilmiş. Duvarlar yeşil, beyaz fayans kaplı, üzerlerinde çeşitli resimler, gazete manşetleri var. Sanki 150 yıldır hiç birşey değişmemiş gibi. Modern çağa direnen bu tarzı ile bana Karadeniz pide salonlarını hatırlatıyor. Eski, sade ve samimi. Masaların sonunda ustanın harıl harıl pizza körüdüğü taş fırın var. Buradan yükselen sıcacık koku, insanın iştahını kabartıyor.
Masalardan birine geçip oturuyoruz. Karakteristik burunlu bir garson gelip, siparişimizi alıyor. Zaten seçenek çok değil: pizza margherita ya da pizza marinara; biri mozerallalı diğeri değil, ikisi de şahane kokulu domates, zeytinyağı ve fesleğen soslu. Fiyatları bu üne rağmen çok uygun. En büyüğünden iki tane söylüyoruz. Pizzalar önümüze geldiğinde burnuma vuran o koku başımı döndürüyor. Bir ısırık alınca, koku, tat ile bütünleşiyor: en çok taş fırında pişmiş isli hamur kokusu, sonra gerçek pembe domates kokusu, mis gibi fesleğen kokusu, yumaşacık mozerella kokusu, incecik zeytinin yağı kokusu. Hani gözlerimden yaş gelecek, abartısız, öyle şahane. 😍 Koca pizzayı mideye götürüyorum da, ne bir şişkinlik ne bir pişmanlık hissediyorum. Fakat, bir özlem kaplıyor içimi, daha ayrılmadan.
Dükkandan çıkıp, güneşli ama soğuk Napoli sokaklarında yürümeye devam ediyoruz. Aklım Michele’de kalıyor ama, akşama doğru acıkınca adını duyduğum bir başka pizzacıya gidiyoruz: Pizzeria Del Portico. Burası Napoli’nin en işlek caddelerinden biri olan Tribunali’de yine minik bir dükkan. Bazen dışarıya da birkaç masa atıyorlar. İçerisi Michele gibi otantik olmasa da bir İtalyan havası var. Garsonları da daha mesafeli. Yine iki margherita sipariş veriyoruz, geliyor. Taş fırının isli kokusunu ve hamura sinen o tadını bu sefer bulamıyoruz. Çünkü mutfaktaki fırın elektrikli, modern tarz. Fakat sosu diğerine nazaran daha bol ve aromatik. Eşimin dediği gibi, ilk denediğin her zaman daha güzeldir, ondan mı bilmiyorum ama benim için 2. sırada kalıyor Portico. Yine de o güne kadar yediğim diğer en iyi pizzalardan bile daha iyi tabi. ♥
Buradan da ayrılıp, sokaklarda turlamaya devam ediyoruz. Öğlen geldiğimiz Michele’in önü tıklım tıkış olmuş, upuzun bir kuyruk var. Yaşasın, iyi ki erken gelmişiz. 🎉
Akşam karanlığı iyice bastırıp havanın da iyice serinlemesiyle, karnımız yine acıkıyor. Otele geçmeden önce günün son pizzası için, Portico’nun karşısındaki, methini çok duyduğum Sorbillo‘ya gidiyoruz. Burası tescilli, 2017 ve 2018’de Michelin yıldızı ⭐ almış. Haliyle kapısında her daim kuyruk var. Sıra bize gelip de içeri girdiğimizde, bir garson bizi masamıza kadar götürüyor.
Ambiyans ne Michele kadar lokanta tarzı, ne de Portico gibi klasik. İki margheritamız geliyor. Nasıl anlatsam bilemiyorum. Taş fırının verdiği o isli tat, domates, fesleğen ve mozerallanın aroması, kenarlarında oluşan incecik hamur kabarcıkları…
Her bir ısırıkta gizli bir cennet koyunda gezintiye çıkıyorum; ırmakları zeytinyağı akan, havası fesleğen kokulu, tarlalarında en güzel domatesler yetişen, Akdeniz’in tüm cömertliğini sergilediği, o bereketli topraklarda… Sonra kraliçe Margherita’nın kahkaları yankılanıyor, tatlı tatlı esen rüzgarın koynunda. Ağzının kenarında domates sosu, yaramaz küçük bir kıza dönüşüyor kraliçe. O da katılıyor bana, yüzlerimizde kocaman gülümseme ile, neşe içinde koşuyoruz uçsuz bucaksız tarlalarda…