Meydandan müziğin geldiği yöne doğru yürüyoruz. Ta aylar öncesinden başlamış heyecanı, festivali dört gözle beklemişim. Hem nasıl beklemem? Adı bile tumturaklı: Orta Çağ Festivali.
Kapıda bilet satan mavi gözlü, sarı saçlı kıza soruyorum; iki kişi 30 euro diyor. Biletlerimizi alıp giriyoruz sarayın bahçesinden içeri. Hava sıcak, temmuz güneşli; ben meraklı. Minik ahşap kulubecikler bahçenin duvarı boyunca sıralanmış, kiminde yiyecekler, kiminde dönem kıyafetlerinden savaş aletlerine, takılara kadar envai çeşit şey satılıyor. Etrafta kılıklar içerisinde insanlar; miğferini, zırhını giymiş, kılıcını kuşanmış şövalyeler,tarlatanlı elbiseleri ile kraliçeler, tek gözleri kapalı siyahlar içerisinde korsanlar, ayakları zincire vurulmuş köleler…
Rüyada gibiyim, dalıp gidiyorum ki gayda sesi uyandırıyor beni. Alanın bir köşesine kurulmuş festival sahnesinden geliyor. Yaklaşıyoruz. Pötikareli eteklerini, deri çizmelerini giymiş, sakalları ve saçları uzun adamlar var sahnede. Büyük bir coşku ile gaydalarını çalıp şarkılarını söylüyorlar. İzleyiciler de aynı coşku ile eşlik ediyorlar. Bir süre o enerji içerisinde biz de akıp gidiyoruz, ruhumuzu sıkan her boğum birer birer çözülüyor. Zaman sonra devam ediyoruz yürümeye. Rengarenk kostümler içerisindeki insanların her birine hayranlıkla bakıyorum. En sonunda cesaretimi toplayıp koca koca adamlara soruyorum ve birkaçı ile fotoğraf çekiliveriyoruz; ki isteğimi gayet munis karşılıyorlar.
Kurulu dükkanlar arasında, el yapımı etnik elbiseler satan bir kadın dikkatimizi çekiyor. İçeridekileri incelerken, yanımıza geliyor ve Almanca birşeyler söylüyor. Öyle hızlı, anlayamıyorum. Gülümseyerek İngilizce tekrarlıyor: “Çok güzel olmuşsunuz. Orta Çağ Festivali’ne tam uymuş!”. Çok seviniyorum kıyafetlerimizi beğenmesine. “Türkiye’den geldik. Bu kıyafetleri de Viyana’dan almıştık.”. “Ne güzel! Bu elbiseleri ben dikiyorum. Beğendiğiniz birşey olursa yardımcı olabilirim.”. Rengarenk etekler, elbiseler, bluzler, yelekler ve ceketler içerisinde bir süre geziniyoruz. Emek kokan dükkanları nasıl sevdiğimi hatırlıyorum yine. Bir yelek alıp, vedalaşıyoruz.
İlerideki kulubeden dondurma alıp, gölgelik bir çardak altına oturuyoruz. İnsanların her biri kendi aleminde. Kimi müziğe kapılmış tek başına dönüp dönüp duruyor, kimi arkadaşı ile sohbet ediyor, kimi ellerine kılıçlar almış savaşıyor, çocuklu aileler hep beraber eğleniyorlar, köpekleri kedileri ile gelenler de var, hatta onlara da kostüm giydirmişler; minicik.
Güneş ışıklarını çekip, akşamın karanlığı gökyüzüne oturmaya başladığında, sahnedeki müziğe ışıklar ve dumanlar da eşlik ediyor. Dolunay yükselip, gece yarısı olana kadar, yüzümüzde hep gülümseme ile bu fantastik günün tadını çıkarıyoruz. Otele doğru yürürken, yine gökyüzünde yıldızlar, havada mis gibi çiçek kokuları eşlik ediyor bize. Bob Dylan Konseri sonrası geliyor aklıma. Böyle sunturlu geceler nadiren oluyor da hep bize mi denk geliyor, yoksa aslında geceler hep aynı da, kirden, kalabalıktan, kargaşadan, sahte ışıklardan, ruhumuzdaki sıkıntılardan biz mi görmüyoruz? Göremiyoruz…
Karlsruhe gezi notları için: http://yoldakikus.com/gezi-notlari/avrupa/almanya/karlsruhe-gezi-notlari/
Tüm Almanya gezi notları için: http://yoldakikus.com/category/gezi-notlari/avrupa/almanya/