İlkokuldayız, kış olmasından mütevellit hava kararmış, sınıfta lambalar yanıyor. Türkçe öğretmenimiz Yurdanur Hoca, yüzünde her zamanki o sıcacık gülümsemesi ile anlatıyor: Dolaylama, bir sözcüğü, anlamına bakılmaksızın farklı sözcük ya da sözcüklerle anlatmaktır. Dolaylamanın temelinde, toplum tarafından benimseniş vardır. Yani bu sözcükleri duyar duymaz herkesin aklına aynı şey gelir. Örneğin ormanların kralı desem ne anlarsınız çocuklar? Hep bir ağızdan bağırıyoruz: Aslaaaaaaan. Peki kara elmas desem? …. Gülümsüyor. Kara elmas, kömür yerine kullanılır. Beyaz perde, sinema yerine. Yavru vatan denildiğinde ise akla Kıbrıs gelir. Bu sözcük çok samimi geliyor bana, hiç unutmuyorum: yavru vatan, yavru vatan, yavru vatan…
Üniversitedeyim, kış yeni bitmiş, fakat Mart, kazma kürek yaktıran cinsten. En yakın arkadaşım, Doğu Akdeniz Üniversitesi’ni kazanan kuzeninin yanına gitme hayaline beni de katmış, ısrarlarına devam ediyor. Daha pasaportum bile yok diyorum. Sonra bana anlatmaya başlıyor, pasaporta gerek olmadığını, nüfus cüzdanımız ile giriş yapabileceğimizi, İstanbul’dan direkt uçuş olduğunu, üstelik kısa ve ucuz olduğunu, DAÜ’nün kampüsünün büyüklüğünü, Akdeniz’in ılıman iklimini…. Tamam diyorum en sonunda.
Atatürk Havalimanı’ndan, Türk Hava Yolları uçağı ile yavru vatanın başkenti Lefkoşa’ya iniveriyoruz. Yolculuğumuz çok rahat geçiyor, inerken yeşilli sarılı büyük tarlalar dikkatimi çekiyor. Neredeyse hiç bina yok gibi. Havalimanının çıkışında, kızların bahsettiği KIBHAS’ın ofisini görüyoruz. Ercan-Mağusa arası otobüs yolculuğumuz boyunca da yeşillikler ve masmavi gökyüzü eşlik ediyor bize. Üniversiteye ait yurtların olduğu yerde iniyoruz. Kızların bizi beklediği yere koşuyoruz, hasretle bize sarılıyorlar. Çabuk çabuk konuşmalar ile beraber kampüsün içine doğru yürüyemeye başlıyoruz. Kocaman, ağaçlarla dolu bir arazinin içindeyiz. Fakülte binaları iki üç katlı, pek şirin. Bankalar, cafeler, hatta kuaförler bile var kampüste. Ara ara yoldan geçen siyah Mercedes’ler dikkatimi çekiyor. Öğrencilerin olmalı diye düşünüyorum, fakat bu kadar çok olmasını da garipsiyorum. Namport dedikleri bir cafeye gidiyoruz. Etraf gençlerle dolu. Biz oturuyoruz, kızlar sıraya giriyorlar. Az sonra tepsileri dolu geliveriyorlar. Menünün spesiyali, oralara özgü tavuk dolması. Tadı güzel, hop diye mideye indiriveriyoruz afiyetle. Kampüs dolaş dolaş bitmez diyerek, eve geçip dinlenelim diyoruz sonra. Kızlar şu Mercedes’lerden birine el ediyor, Mercedes duruyor, biniveriyoruz. Hayda… Meğer buralarda taksiler böyleymiş.
Kızların evi çok şirin, beyaz bir apartmanda. Genel olarak Mağusa’nın bu kısmı sanki bir tatil beldesindeymişiz gib, sessiz, sakin geliyor bana. Apartmanın karşısındaki sazlık ve göl, evin içerisindeki hafif tuzlu, nemli koku da kuvvetlendiriyor bu hissi. Akşamı, çayın yanında, çaydan sıcacık muhabbetle geçiriyoruz evimizde. Yatarken, yine içimde o tatil hissiyatı oluşuveriyor, oysa ki kızların sabah dersleri var…
Uyandığımda dışarısı biraz bulutlu, ama güneş ısıtıyor. Öğleden sonra arabaya binip, “sınır”a doğru yola çıkıyoruz. Surlarla çevrili, Kaleiçi, ilk durağımız. Eski dönemlere ait bir sürü yapı var, renkleri altın sarısı, nasıl güzel… Tatil beldesinden, Mısır’a gelmişiz gibi, deniz tuzu kokusunun yerini, tarih ve yaşanmışlık alıyor. Dar sokaklarını, küçük dükkanlarını, camilerini, kiliselerini gezdikten sonra, arabaya atlayıp yolumaza devam ediyoruz. Otellerin olduğu bir yerde duruyoruz, Palm Beach derlermiş. Önümüzde kocaman bir kumsal, devamında kayaları okşayan deniz… İnip, sahile yürüyoruz. Şimdi de bir okyanus kenarındayız gibi, gökyüzünde bulutlar, günün her rengini almış, kızıla dönen günbatımının ışıklarıyla son gösterilerini yapıyorlar, benim okyanusum da onlara şarkı söylüyor, dalgalarıyla kayalıklara tatlı tatlı vurarak. Ayaklarımın altındaki kum tanelerinden, irmik tatlısı yapıp yiyeceğim birazdan. Merve dayanamıyor, gitarını çıkarıyor en sonunda, ben de dayanamıyorum ayakkabılarımı çıkarıyorum. O notalarla dans ediyor, ben de denizdeki dalgalarla.
Sonra gün ayıyor, kahvaltımızı kampüse yakın bir cafe’de yapıyoruz. Henüz yeni açılmış cafe’nin çalışanlarından biri, ahşap zemini hortumla ıslatıyor, bir başkası masamıza sıcacık ekmek, kahvaltılıklar ve çayları taşıyor. Sohbetle beraber bardaklarımız dolup dolup boşalıyor. Öğleni geçirmeden yola koyuluyoruz.
Lefkoşa’ya vardığımızda, yine altın sarısı, tarih kokan binalar görüyoruz. Çarşısı kalabalık, fakat bunaltıcı değil. Çok uzun sürmeyen bir gezi sonrası Büyük Han dedikleri, avlulu, dükkanlı şirin bir yerde çaylamaya devam ediyoruz. Bu sefer anlatan biz değiliz, Büyük Han: Testiyle üst kata su taşıyan bir kadının ayaklarına koşuşturan çocuklar dolanıyor, kadının çıktığı üst kattaki dükkanların birinden, elinde bir torba ile bir adam çıkıyor. Ağır ağır yürürken çocuklara bakıp gülümsüyor, kadına kasketini çıkarıp selam veriyor. Çocuklar kadının peşini bırakıp, avluya, oyunlarına geri dönüyorlar. Ortadaki masalarda çay içen bir grup insan var… Son çayımızı da içip, üst kattaki dükkanları dolaştıktan sonra Girne’ye doğru, yolumuza devam ediyoruz.
Arabayı park edip, yoldan aşağı doğru yürüdüğümüzde, küçük bir sahil kasabası görünümünde uzanıveriyor şehir. Arnavut kaldırımlı daracık yoldan yürürken, sağlı sollu dükkanlardaki boncuklara, çeşit çeşit kilden yapılmış biblolara, çiçeklerle bezenmiş rengarenk restaurantlara hayranlıkla bakakalıyorum. Sahil yoluna indiğimizde, sağımızda Girne Kalesi çağırıyor bizi, kıramıyoruz. Kale, dışarıdan pasta gibi pek tatlı geliyor gözüme. Bahçesinde sarı papatyalar, çömlekler ve çokçana yaşanmışlık var elbet. Merdivenlerle üzerine çıkıp, dağların eteklerinde konuşlanmış, dokusu bozulmamış, hala eskiden birşeyler taşıyan, minik yapıları ile şehrin manzarasını görünce daha da keyifleniyoruz. Ruhumuzu doyurduk da, karnımız acıkmış belli ki, gurulduyor. Kıbrıs Evi dedikleri bir yere gidip, yemeklerimizi de yedikten sonra, karanlık ve soğuk yavaştan basıveriyor. Biz şallarımızı üzerimize alıyoruz, Girne Kalesi de ışıklarını. Uzun uzun seyrediyorum , geceleri ayrı güzel oluyormuş meğer… Sahil yolu boyunca bir oyana bir bu yana dolanıp, iyice demlendikten sonra, yeniden yola çıkıyoruz, bu sefer istikamet evimiz.
Sabah yine burnumda o tuzlu koku, denize uyanıyorum. Hava şansımıza günlük güneşlik. Önce Salamis denilen antik bir kente, sonra da Kantara denilen dağlık bir yere gidecekmişiz. Duyar duymaz seviniyorum. Salamis yolu, diğer yollar gibi, arazi ve deniz manzaralı geçiyor. Vardığımızda güneş iyice ısıtıyor ortalığı. Girişte biletlerimizi veren adam, ellerimize birer broşür de tutuşturuyor. Göz gezdiyorum; havari Barnabas, havari Pavlus, Bronz Devri, Akalar, Asurlar, Mısırlılar, Persler, Yunanlar, Romalılar, Araplar… Sonra antik tiyatrodan sesler duyuyoruz. Halk büyük bir coşkuyla gösteriyi alkışlıyor. Etrafta kostümleri ile dolaşan bir sürü insan, büyüklü küçüklü izleyiciler… Gymnasium’da da hareketllik var, bir yarışma düzenleniyor. İmparator Traianus, yanında hizmetkarları, kendine ayrılan bölümden seyir ediyor. İleride limanda, irili ufaklı kayıklar, kimilerine bir şeyler yükleniyor, kimilerinden indiriliyor. Bu insan kalabalığı içerisinde çok heyecanlanıyorum, freskler, sütunlar, çeşit çeşit heykellerle süslü alanın önüne gidip kameraya poz veriyorum, yanımda tüm bu milletlerden insanlar…
Yola çıktığımızda, yine baş başa kalıyoruz doğa ile. Soldan akan trafiğe alışkın olmamamıza rağmen, Kantara’ya giderken, virajlı dağ yollarını bile kazasız belasız geçiveriyoruz. Fakat virajlar o kadar çoğalıyor, yol daralıyor ve rakım yükseliyor ki, bir ara kaybolduğumuzu düşünüyoruz. Beşparmak Dağları’nın kucağında geçen uzun saatler sonrasında, bölgedeki üç kaleden biri olan Kantara Kalesi’ne giden yola varıyoruz. Arabayı park edip, yukarı tırmanmaya başlıyoruz. Vardığımızda durmuyorum, en tepeye, çıkabildiğim kadar en yükseğine çıkıyorum: ve ödülüm muazzam bir panaromik manzara oluyor. Uzun ince yolların, yeşillikli tepelerin, masmavi denizin ve dingin gökyüzünün tablo misali beni karşılamasıyla, özgürce salınıvermek istiyorum, bir kuş misali aşağıya.
Geri dönmek hiç istemiyorum. Fakat geldiğimiz yolları düşününce, karanlık basmadan yola çıksak iyi olur diyoruz. Neyse ki daha düzgün, yeni yapılan bir yolun varlığından haberdar oluyoruz. Bu yol, bizi güzel bir köyden de geçiriveriyor. Uçsuz bucaksız, çiçeklerle dolu tarlaların ortasından giderken, dayanamıyoruz, arabayı durdurup, atıveriyoruz kendimizi yeşilliklerin içine. Gökyüzüne de kocaman pamuk şekeri bulutlar gelmiş, nasıl keyifli, nasıl güzel…
Zar zor toparlanıp, tekrar yola koyuluyoruz. İçimde garip bir hüzün, buraları özleyecek olmanın vermiş olduğu… Son akşamımız için, ilk gün gezdiğimiz sınıra doğru gidiyoruz. Yol kenarında, üzerinde kocaman PETEK yazan şirincecik bir pastane görüyoruz. Son çayımız da buradan olsun deyip içeri giriyoruz. Sımsıcacık, ev gibi dekore edilmiş, ahşap mekan ve kocaman camekanlı bölmedeki onlarca kuşun cıvıltıları, içimizi ısıtıveriyor çaydan önce. Loş ortam, duvarlarda çeşitli resimler, ziyaret eden ünlülerin fotoğrafları… Çaylarımız ve tahinli çöreklerimiz de geliyor hemen. Kızları neşe ile muhabbet ederlerken izliyorum, ve ucuna bir mimoza çiçeği yerleştiriveriyorum, sarıp sarmalayıp, dimağımın en güzel köşesine yerleştirdiğim yavru vatan anılarımın…